22 Nisan 2015 Çarşamba

Çocuklar Bizleri Affedebilecekler mi? - Arzu Kök

ÇOCUKLAR BİZLERİ AFFEDEBİLECEKLER Mİ?

Son zamanlarda ne zaman gülen gözleriyle sevimli, bıcır bıcır bir çocuk görsem aklıma hep aynı soru takılıyor: “Çocuklar, bir gün bizleri affedebilecekler mi?” Çünkü onlara hiç de hoş olmayan şeyler bırakıyoruz. Neler mi?

Ne yazık ki çocuklarımıza ne basit, tahta bir at verebildik ne de oynayabilecekleri yeşil bir bahçe. “Sokak” sözcüğünün karşılığını bırakmadık onlarda. Artık topaç da yok, çelik çomak da. Köşe kapmacayı ise koca göbekli, koca koca amcalar oynuyor onların yerine, geyik derisi kaplanmış görkemli salonlarda.

Otlar soluksuz kalmış. Kapkara asfaltlar altında güneşe hasret papatyalar. Ama bunun adı alışveriş alışmalısın çocuğum. Öğreti böyle değil mi bugün? Yani sana rahatça tükeneceğin sokaklar sunuyoruz çocuğum. Her ne kadar senden oyun sokaklarını çalmış olsak da.

Ondan sonra, adı beyaz olan, pisliklerin üzerini örtmekte kullandığımız sayfalarımız da var bizim. Pisliklerin üzerini birer birer bunlarla örtüyoruz ki sen görmeyesin, etkilenmeyesin diye. Aslında derler ki “Işıksız ve havasız ortamlarda mikrop daha çabuk ürermiş.” Ama kimin umurunda. Herkes kendi havasında.

Ama tahta atım yok diye yakınma sakın çocuğum. Oyunlar oynayacağın arsalara, parklara falanca apartman konmuş diye üzülme. Bak sana neler veriyoruz;

Sana toplar, tüfekler, ruhları satılmış kurşun askerler veriyoruz oynaman için. Çaldığımız çocukluğuna bir de kararttığımız geleceğini ekliyoruz, bencil dünyamızın tuzaklarla dolu sokaklarında.

Bizleri affedebilecek misin sevgili çocuk, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki. Acıma ki bir umudumuz olsun kurtuluş için, gelecek için.

Çünkü, kirli ellerimizle kararttığımız senin çocuk dünyanda, hiç hak etmiyoruz bu bağışlanmayı, aklanmayı. Suçluyuz çocuğum. Suçlu...

                                                                        ARZU KÖK

21 Nisan 2015 Salı

Gelecek Önünde Ayağa Kalkmak - Arzu Kök

Gelecek Önünde Ayağa Kalkmak…

Bir gün işten çıkmış, yorgun bir halde, eve gidebilmek adına metroya bindim. Akşam saatiydi, iş çıkışı ve dershane öğrencilerinin dağılma saatiydi. Doğal olarak ayakta gitmek durumundaydım. Karşıda yaşı seksenin üzerinde olduğu belli olan bir bayan oturuyordu. Her haliyle aydın bir insan olduğu görülüyordu, etkilemişti beni. Oturuşu, duruşu, insanlara sevgiyle bakan gözleri… Elimde olmadan sıcak bir tebessüm eşliğinde başımla selam verdim, karşılık verdi hemen ardından. 

İlk durağa kadar sorunsuz gittikten sonra o durakta büyük olasılıkla 9-10 yaşlarında bir öğrenci bindi metroya. Ama kazağının bir kısmı pantolon içerisinde, bir kısmı dışarıda, montu neredeyse düşecek üzerinden ve son derece de bitkin, bezgin bir çocuk. Elinde kocaman ve ağır olduğu her halinden belli sırt çantasını yerde sürükleyerek bindi metroya. 

Az önce selam verdiğim, yaşı seksenin üzerinde olan bayan çocuğu yanına çağırdı ve “Sen çok yorulmuşsun evladım gel, otur buraya” diyerek yerini ona verdi. Ben dahil metrodaki herkes şaşkınlık içerisindeydi. Yanına yaklaştım ve bu yaptığının nedenini sordum. Aldığım yanıt muhteşemdi: “Bak canım, ben geldim gidiyorum. Bu çocuksa bizim geleceğimiz. Ben sadece gelecek önünde ayağa kalktım.” 

O bayan gerçek bir Atatürkçüydü bana göre. Zira Atatürk gibi geleceğin önünde ayağa kalmayı bilmişti. Atatürk 23 Nisan gününü çocuklara armağan ederken biliyordu onların değerini. Geleceği kuracak ve kurulan Cumhuriyeti yaşatacak olanlar onlardı çünkü. Çocuklar önemliydi. Onlar mutlu olmalı, iyi eğitim almalı, iyi bakılmalı, korunmalıydı. Ulu Önder bu günü onlara armağan ederek, vasiyet ediyordu bir anlamda “İyi bakın geleceğe” diye. Ama yerine getiremedik bu vasiyeti… 

Çocukları sevmediler hiç. Atatürk çocukların önemine parmak bastığı halde sevmediler onları. Çünkü onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok mühim başka işleri var, kimi güya vatanı milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirmek peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacaklar belki ama, onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkum olacaklar.


Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar, bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, rögarlardan içeri peş peşe çocukların düşüp ölmesine izin vermezlerdi.  Bir an geçmişe dalıp çocukluk günlerinizi hatırlayabilselerdi, geçen yıllarda bir gezi sırasında ölen 30 çocuk belki bu yıl da kutlayabileceklerdi 23 Nisan’ı coşkuyla. Yanmış bir çocuk hastane kapılarında parası yok diye ağlar vaziyette bekletilmezdi. Çocuklar yok yere hapishanelere tıkılmayacaktı.

Büyüklerin veya kendilerini çok büyük görenlerin bu bayramı kutlamaya hakları yok. Bu anlamda da ikiyüzlülük yapmamaları ve biraz olsun utanmaları varsa gidip  kendileri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Ancak hala tüm bunlar onları rahatsız etmiyor ki rahat koltuklarında güle güle, izzet ve ikbal ile oturuyorlar. Ne diyelim; “ Buyurun devletlim, makam da sizin koltuk da! “ kullanın dilediğiniz kadar. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Devran dönebilir bir gün. Geleceğin sahibi çocuklar gün gelir sorar hesabını bu yaptıklarınızın.

Bu bayram da şarkılar söyleyecekler. Ancak lütfen büyük makam sahipleri; sakın ola ki onların şarkılarına katılmayın, hatta bayramlarını bile kutlamaya kalkışmayın! O sanki sonradan tutturulmuş iğreti gülüşlerinizle, o yapmacık sevgilerinizle ve yapmacık hareketlerinizle çocuklara yaklaşmayın. Zira sizler geleceğin önünde ayağa kalkmayı bilemediniz. İşte o nedenledir ki sizleri görünce değil bizlerin çocukların bile yüzü gülmüyor. Yani “Neşe dolmuyor insan.”

                                                                         Arzu Kök

15 Nisan 2015 Çarşamba

Çölde Oluşturulan Vahalar; Arzu Kök

  ÇÖLDE OLUŞTURULAN VAHALAR

1940’lı yılların başı, Hitler neredeyse tüm Avrupa’yı kapsayan cephelerde savaşıyor. Türkiye’nin de savaşa girme ihtimalinden söz ediliyor. Halk gıda ve diğer ihtiyaçlarını ‘vesika’ yardımı ile karşılayabiliyor. Milli gelir büyük oranda azalmış durumda.


İşte bu durumdaki Türkiye’nin koşullarında bile, gelecek nesillerin yetiştirilmesi projesine öncelik verilmiş. Zira Atatürk ülkeyi Türk Gençliğine emanet etmişti ve iyi yetiştirilmeleri gerekiyordu. Bu amaçla da 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Kanunu kabul edilmiştir. Tam 75 yıl önce. İki yıl sonra da sistem, organizasyon ve yöntemlerinin ne olacağı hususunda bir kanun çıkarılmıştır. Ancak bu kanun alışılagelenden farklıdır. Çünkü bu kanun bir yatırım projesine, hatta ve hatta bir fizibilite raporuna benzemektedir.

1940’lı yıllarda ülkedeki okuma-yazma oranı %20 civarında. Tarımda saban dışında alet kullananların sayısı parmak sayısını geçmiyor. Suni gübrenin adı bile duyulmamış. İşte bu durumdaki köylere, şehre tayini çıksın diye yanıp tutuşmayan, çevrenin zanaat imkânlarının gelişmesine katkı koyabilecek, tarımdan anlayan öğretmenler yetiştirmek amacıyla kuruldu Köy Enstitüleri.

Beş yılda 30.000’e yakın öğrenci ile 21 tane Köy Enstitüsü kurulmuş. 1940’lı yılların başındaki öğretmen sayısı bu enstitüler sayesinde iki katından fazla bir seviyeye ulaşmış. Öğretmen sayısındaki artış oranı %55.

Bu enstitüler sayesinde köylerde yaşam standardı artmış, tarım daha bilinçli bir şekilde yapılagelir olmuştur. Enstitülerden mezun olan her öğrencinin çantasında bir köyde halka hizmet için gerekecek her türlü alet-edevat mevcut bulunmaktaymış. Çekiç, çivi, orak, testere, ilkyardım çantası…v.b… Ancak 1952’li yıllara gelindiğinde Demokrat Parti ,  dış mihrakların da kışkırtmasıyla  bu gençlerin çantalarında bulunan orak-çekiç ikilisini komünizm’i yayma çabası olarak algıladılar. Ve yazıktır ki bunun sonucu olarak tüm Köy Enstitü’lerini kapattılar. Hatta Köy Enstitüleri’nin kurucularından olan Hasan Ali Yücel ‘komünist’ olduğu gerekçesiyle yargılamışlardır.

Oysa Köy Enstitüleri bir çölü vaha oluşturarak kurtarma projesinden başka bir şey değildi. Açık oldukları sürece de birçok vaha oluşturabilmeyi başarmış mükemmel bir projeydi. Ancak bu kadar başarı ve iyi yetişmiş bir nesil bazı çevrelerin işine gelmedi. Kapatıldılar tek tek. Oysa geleceğe yapılmış en büyük yatırımlardan bir tanesiydi.

O günlerin ardından eğitim sistemimizin geldiği durum ortadadır. Tamamı ile ezberci bir eğitim sistemi. Zorunlu olarak ve ücretsizce devlet tarafından verilmesi gereken ancak özelleştirmeye çalışılan bir eğitim sistemi. Özel okul sayısındaki artış ve devlet okulundan çok dershane bulunması da bunun en güzel kanıtıdır.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüleri projesi ile devlet adamlığını bir idealde birleştirmenin örneği olmuşlardır. İnsanları güncel hayata bağlayan siyasal hayatın içindeki yöneticilerimizin özenmesi gereken bir durumdur bu. Ama hiç oralı olmamışlardır.

Yaratıcılık ve hayal gücü günümüzde halkı aldatmak için bin türlü yalan söylemek anlamına gelen ‘vizyon’ olarak niteleniyor. Şimdi soruyorum: Köy Enstitüleri’nin bin hatası olsa da (ki yok), bugünün ‘vizyon’ una değişmez misiniz?


                                                                                                    ARZU KÖK

2 Nisan 2015 Perşembe

Özgürlüğümüzü İstiyoruz - Arzu Kök

Özgürlüğümüzü istiyoruz!..


Nerede, nasıl olduysa terk ettik sevdiklerimizi,

Mevsimler geçtikçe anladık günlerin geçip gittiğini,

Saçlarımıza aklar düşmeye başladığında anladık ansızın yaptıklarımızı, yapamadıklarımızı?

Yaşam bize en çok neyi öğretti?


 Hep bir “Ah! “ çıktı ağzımızdan esip geçen sabah rüzgarıyla birlikte.

Bir insan ne zaman çok mutsuz, ne zaman çok mutlu olur bilemedik.

Anlamaya çalıştıkça kaç kez hayatın tokadını yedik ya da kaç kez sarıldık hayata var mı sayanınız?

Kaybettiğimiz dostlarımız, evlatlarımız, aşklarımız oldu.

Kazandığımız ülkülerimiz, umutlarımız oldu.

Ama her zaman bir onur gibi taşıdık bilincimizde yaşamı.

Onuru yakasında bir gül gibi taşıyanların,  hiç kimseden korkmadan,  dimdik karşısındakinin gözlerinin içine ışıkla bakması ne güzel bir şeydir öyle...

Çünkü biz biliyoruz ki, kendisiyle ve kavgasıyla hesaplaşırken başı öne eğilenler, eksile eksile hayata yürüyenler, hesaplaşamaz hiçbir değeriyle ve bakamazlar aynadaki yansımalarına... Kalakalırlar öylesine…

Biz hayatı savunanlardanız,

Ama biz hayatta en çok özgürlüğü sevdik,

Kavgası olanların en çok  sorduğu sorudur: “Ne kadar özgürüz?” 

Telofonlarımızda konuşurken bile üç kişiysek, evlerimizin iç odalarında ve en mahrem köşelerinde büyük bir gözaltı yaşıyorsak, üzerine titrediğimiz, en mahrem dediğimiz sırlarımız birilerinin ellerinde, birileriyle paylaşılıyorsa, hayatı savunan insanlar bir kez daha soruyorlar; “Biz ne kadar özgürüz?” diye…

Büyük gözaltıların olduğu bir yaşamın ve sistemin dikenleri gelip özgürlük gülümüzün tam da kalbine batıyor…

İnsanca yaşama duygusunu ve özlemini dilinden ve bilincinden düşürmeyen onurlu insanlar yürüyor, bizi mahkum etmek istedikleri karanlığın üstüne…

İşte o zaman anlıyoruz en çok neyi kaybettiğimizi...

En çok onları yok etmek istiyorlar çünkü. En çok yaşamımızdaki anlamı, onurlu duruşumuzu, insanlığımızı yok etmek istiyorlar. Özgürlüğümüzden başladılar işe.

Özgürlüğümüzü istiyoruz!..

                                                                                                                       Arzu Kök