29 Mayıs 2017 Pazartesi

İnsan Hakları - Arzu KÖK

İnsan Hakları…

Günümüzde tanımladığımız İnsan hakları ve yasalar, insanlığın yaşadığı nice savaşların, yoksullukların, felaketlerin ardından, ağır bedeller ödenerek tekrar kazanılan hakların belge haline gelmesi ile oluşmuştur. Bu bakımdan, insan onurunu taçlandıran, insana ilişkin hakları kalıcılaştıran belgelerin, bildirilerin, sözleşmelerin arkasında yaşanmış nice felaketler, katliamlar, kan, acı ve gözyaşı vardır. Bu anlamda  düşünülecek olursa, demokrasi ve özgürlük savaşımının kazanımlarını yazan Anayasalar için ‘Bu anayasa insan derisiyle kaplıdır’ dersek yanılgı olmayacaktır ki bu söz Paris Louvre Müzesi'nde bulunan 1789 Anayasasının kapağında yazılıdır.

 Her felsefi akımla birlikte devlet yapılanmalarında farklı tanımlamalar da gelişmiştir. Ancak hangi tanımlamayı ele alırsak alalım Devlet, yönetimi altındaki bireylerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirmek, onları uygulamak ve genişletmekle yükümlüdür. Devletin insan haklarına yasal olmayan müdahalelerde bulunmaması gerektiği bir yana, bu hakları koruması da devletlerin yükümlülükleri arasındadır. Bu konudaki uygulamalar ise o devletin niteliğini ve gelişmişlik düzeyinin kıstası olarak görülür.

“Konfüçyüs, öğrencileriyle birlikte Thai Dağı’nın eteklerinde gezinirken, ağlayan bir kadın görür. Öğrencilerinden biri (Tze-Lu) kadına neden ağladığını sorar.

Kadın
Çok acı çekiyorum. Bu çevrede bir kaplan var. Önce kaynatamı parçalayıp yedi. Sonra kocamı. Şimdi de oğlumu öldürdü, der.

Konfüçyüs
Öyleyse, niçin bir başka yere gitmiyorsun? diye sorar.

Kadın şu ilginç yanıtı verir
- Çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok.

O zaman Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler; Kadıncağız haklı. Bunu asla unutmayınız ki,  baskı yapan devletler, kaplanlardan daha korkunçtur.”

İnsan hakları adına kolektif bir bilinç oluşturulmadığı, koruma ve denetim mekanizmaları devreye girmediği sürece bu belgelerin hayata geçirilmesi çok zordur. Ancak, bu yazılı belgelere işlerlik kazandırılamadıkça “İnsan, haklarıyla insandır…” özdeyişi popüler söylemden öteye gitmeyecektir. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi.

Her ülkeye, her yönetim türüne göre değişik uygulamalar olması son derece doğaldır, ancak ülkeye göre insan hakları diye bir şey söz konusu bile olamaz. Hakların toplumsal işlevselliği ancak, çok yönlü eğitimle, birey olma bilincinin oluşturulması ile mümkündür. Temel insani değerlerin korunup geliştirilmesi, bu eğitimin her alanda yaygınlaştırılmasına bağlıdır.

“Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.” der B. Russell

Türkiye’nin insan hakları konusunda en büyük açmazı, insan haklarının aşırı derecede politize edilmesinden kaynaklanan algısal bir tepkidir. Özellikle son yıllarda yönetim, bu hakların, rejime karşı dışarıdan ithal edildiği algısıyla hareket etmiş, bu hakları adeta bir öcü gibi görmüşlerdir. Oysa insan haklarının standartları; ithal değil, aksine insan olmanın neticesidir. Yani insan hakları; marjinal, soyut, yaşamın dışında, biraz da kökü dışarıda bir ideoloji değildir. Böyle düşünüldüğü sürece de bu ülkede insan haklarından bahsetmek zor görünüyor. İnsan haklarının Türkiye özelinde depolitize edilmesi, normalleştirilmesi gerekmektedir.  

“Türkiye’de imkânsız.” diyenleri duyar gibiyim. Ancak bilmelisiniz ki imkânsız diye bir şey yoktur. Evet şu sıralar o hakların tümü ayaklar altına alınmış, hatta İnsan Hakları Anıtı” bile tutuklanmış olabilir ama mutlaka bir çıkış yolu vardır. Pes etmek, kendimizi imkânsızlığa odaklamak yerine, salim kafayla düşünüp bir çözüm bulmak ve bu uğurda mücadele etmek daha doğru değil midir? Gerekirse bu beyannameyi yeniden yazmalıyız. Açıkçası daha fazla yazıp sizleri yormak yerine, bu yasalardan ve değerli bilim insanlarının söyleyişlerinden örnekler vermek ve belki bir fikir oluşturur düşüncesiyle çekilmek istiyorum. 

 “Hakların bilincinde olmak diğerini görebilmektir. Diğerinin kendisi olduğunu kavrayabilmektir.” (Mim’den seçmeler VII)

“İnsan varlığı dokunulmazdır. Her insan, yaşamına ve kişi bütünlüğüne saygı gösterilmesi konusunda hak sahibidir. Hiç kimse bu hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz…” (Afrikalı Halkların İnsan Hakları Şartı, Madde-4)

“ İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun menfaatlerinin üstünde tutulacaktır…” (Biyoloji ve Tıbbın uygulanması bakımından insan hakları ve insan haysiyetinin korunması sözleşmesi tasarısı)

 “ Hiç kimse edimde bulunarak veya gerektiği durumlarda müdahaleden kaçınarak insan haklarının ve temel özgürlüklerin ihlaline katılamaz; kimse bu hak ve özgürlüklerin ihlalini reddettiği için cezalandırılamaz ve tedirgin edilemez…” (İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi, Madde- 10)

“Haksızlık etmemek, övünmeye değmez, asal olan onu akıldan bile geçirmemektir.” (Demokritos)

Binlerce yıldır sorunlarımızı başka bir yere kaydırıyoruz veya başka bir zamana erteliyoruz ve bunun adına da ‘çözüm’ diyoruz. Sadece ellerimize güvenebildiğimiz Taş Devri’nde yetersiz olan bizler, nükleer enerjiye ve internete sahip olduğumuz bu dijital çağda dahi öyleyiz. Artık bu güçsüzlüğümüzün sebebini belirlemenin zamanı geldi…” (Prof. Stefano E. D.’Anna, İkarus’un Yolu)

“…Herkesin daha iyi, gelişmiş ve refah içinde bir dünya düzeni kurulmasını istediği günümüzde artık insan haklarının bugün varmış olduğu düzeyden geri dönülmesini beklemek boş bir düştür. Ne var ki, son dönemde dünyada ortaya çıkan siyasal kutuplaşma ve giderek öne çıkan süper devletlerin teknolojik baskıları diğer ülkelerin ezilmesine veya gerilemesine yol açmaktadır. Bu nedenle silahlanma yarışının çok büyük üstünlüklerde geliştiği günümüz dünyasında insanlık yakın geleceğine güven içinde bakamamakta ve uygar bir dünyada insanca yaşamanın sürekli mutluluğunu duyamamaktadır. İnsan hakları ve özgürlüklerine dayalı dünya nimetlerinin ve ulusal gelirlerin dengeli dağıldığı, adil ve korkusuz bir dünyanın gerçekleşmesinde, ülkeleri ve halkları yönetenler birleşmedikçe insanların hakları konusunda kendilerini güvence altında görebilmeleri son derece zor görünmektedir. İnsanlığın gelecekte tehlikeye sürüklenmesine neden olan, teknolojik ve siyasal gelişmeler silahlanma ve ekonomik baskı biçiminde gündeme geldikçe, insan haklarının tehlikeden kurtulabilmesi olanaksızdır. İnsanlığı kitleler halinde ezmeye ve yok etmeye yönelik politikalar sürdükçe,… İnsan hakları hiçbir zaman güvence altında olmayacaktır.” (Prof Dr. Anıl Çeçen)

“…Yasalar gelip geçicidir. Suç kavramı da göreceli bir kavramdır. Toplumların gelişimine göre dün suç sayılan, bugün suç olmaktan çıkabilir. Düne göre yasadışı sayılan, bugün ulusal onuru temsil eder hale gelebilir. Kaldı ki, tarih bilinci içinde arkamıza baktığımızda, adalet tarihinin adli hatalara da tanıklık ettiğini görürüz. Baldıran zehrini içmeden önce öğrencilerinden biri Sokrates’e şöyle seslenir: “ Sizi suçsuz yere öldürüyorlar”. Büyük düşünür öğrencisini bir soruyla şöyle yanıtlar: “ Suçlu yere öldürselerdi daha mı iyi olurdu? “ Yargının hükmü Sokrat’ı, onu ölüme mahkûm eden beş yüz üç yargıcı ise, doğanın hükmü, ölüme mahkûm eder. Yüzyıllar akar gider… Günümüzde, o yargıçlar meclisini kimse anmaz, ama Sokrat’ın yüzü insanlığa gülümser. Sonuçta, kendisini bugüne taşıyabilenlerin, insanlığın gerçek sözcüleri olduğunu öğrenmiş oluruz.” (Av. Veysel Gültaş, Affet Bizi Zeytin Ağacı.)

Sorunlarımızın daha nice yıllarca ötelenmemesi adına cesurca çözümler üretmek, üretmeniz dileğiyle...



Arzu KÖK



15 Mayıs 2017 Pazartesi

Bugün 19 Mayıs - Arzu KÖK

Bugün 19 Mayıs

Bir gemi yola çıkmış İstanbul’dan Samsun’a doğru. Adı Bandırma. Yol alıyor Karadeniz sularında. Eski, çürük bir gemi bu. Ha battı ha batacak. Ama direniyor Karadeniz’in hırçın dalgalarına. Bir güneş taşıyor çünkü içinde: Direnmeli.

 Yükü Samsun’da doğacak bir güneş. Yurduna ışık saçacak, karanlıkları boğacak, vatanını düşman istilasından kurtaracak bir güneş. Nasıl dayanmasın bu dalgalara Bandırma, nasıl?
Anadolu bölünmüş. Kan ağlıyor ülkemiz. Padişah teslim etmiş ülkeyi düşmana ve halk düşman çizmesi altında eziliyor. Uygulanan işkenceler diz boyu. Irmaklardan su değil kan akıyor. Halkımın kanı akıtılıyor. 

BUGÜN 19 Mayıs... Mustafa Kemal'in Anadolu'da ihtilalin ateşini yaktığı gün… Eşsiz bir Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı'nın başladığı günün 98'inci yıldönümü. 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Nutuk'ta, ülkenin içinde bulunduğu durumu anlatırken sözlerine, ''Millet yorgun ve fakir bir halde... Ordunun elinden esliha (silahlar) ve cephanesi alınmış ve alınmakta...'' diyerek başladığı dönemin simge günü. 

Aradan 98 yıl geçtikten sonra geriye dönüp, bu dönemin Cumhuriyet'le başlayan ilk 27 yılında yapılanlarla sonraki süreçte yapılanlara bakınca insan, o ilk dönemin kıymetini ve o dönemde ülkeyi yönetenlerin büyüklüğünü çok daha iyi anlayabiliyor doğrusu. Tabii iyi niyetli bir kişiyse ve hem Atatürk'e, hem de devrimlerine karşı ön yargılı bir fikre sahip değilse. 

İyi niyetten yoksun ve ön yargılı olanlara bazı gerçekleri göstermek mümkün değildir. Örneğin Atatürk devrimlerinin hepsi de Türkiye'nin bugünkü ihtiyaçları ile tam bir uyumluluk göstermektedir. Nitekim Avrupa Birliği'ne girmek isteyen Türkiye'den istenenlerin birçoğu o devrimlerle, örneğin hukuk devrimi, kıyafet devrimi, harf devrimi, dil devrimi vb. ile hiçbir noktada çelişmemektedir. Ama bunun önemini kalkıp da o insanlara anlatamazsınız. Hele ki Türkiye bugün o devrimlerin gösterdiği yönde yeterince ilerlemediği -veya ilerlemesi kendi içindeki yobaz, ahlaksız ve hırsız sürüsü tarafından- engellendiği için sıkıntı çekmekte olduğunu anlatmanız ise daha da imkânsızdır.

Yıllardır iktidara gelenler güya liberalliğe, özgürlükçülüğe soyundular. Fakat nedense bir türlü Türkiye’nin kuruluş döneminin gerçeklerini görmek istemediler. Yeri geldi Atatürk’e karşı olduklarını dillendirdiler bile. Ancak çoğu zaman sessiz kaldılarsa bu uyandıkları ve Atatürk’ün büyüklüğünü anladıkları için değil, onun eserleri ve yaptıkları karşısında duydukları kompleks yüzündendir. O’nun tırnağı dahi olamayacaklarını bildikleri içindir.

O nedenledir ki Atatürk'e karşıtlıklarını açıkça dile getirmek yerine, Adnan Menderes gibi, Atatürk devrimlerini ‘‘millete mal olanlar, olmayanlar’’ diye ayıran, oy alabilmek uğruna Said Nursi'nin elini öpmeye giden, öpen; Alparslan Türkeş gibi, Atatürk'ü ‘‘pasif bir dış politika izleyerek Asya'daki Türkleri kaderlerine terk etmekle’’ suçlayan; Turgut Özal gibi, Atatürk'ün tüm yaptıklarını yıkmayı misyon edinmiş kişilere duydukları hayranlığı dile getirerek ortaya koymaya çalışırlar. Günümüzde en kötü örneklerini gördüğümüz gibi…

Zihinlerinde ön yargılarla ve de bu ön yargıları destekleyecek kendilerine uygun şahitlerin kitaplarından aktarılmış cümlelerle desteklemeye çalışan bir güruh Türkiye için yazık ki acı bir son hazırlama girişimindedir. Yazıktır ki aradan 98 yıl geçmesinin ardından Türkiye yeniden Nutuk’ta dile getirilen ülkenin durumu ile paralellik göstermektedir. Bu gidişe bir dur demek gerekmektedir.

Bizi, önümüzdeki 19 Mayıs'ları, ilk 19 Mayıs'ın ruhuna uygun bir anlayışla kutlamak ve değerlendirmek en ileri noktaya götürecektir. Bu nedenle de Türkiye’nin kuruluş dönemi gerçeklerini görmek ve Atatürk ilkeleri doğrultusunda hareket etmek esas olmalıdır. 

Uyan Türkiye. Günümüzde Atatürk’e yapılan her türlü hakarete sessiz kalanlara inat, bu 19 Mayıs’ı sana yaraşır şekilde kutla ve mücadele et; ülken ve kendi geleceğin için… 

Arzu KÖK

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Ses Verin!... - Arzu KÖK

Ses Verin!...

Onlar gençtiler. Yarı aç yarı tok, daha güzel bir dünya için taraftılar. Başlarında kavak yelleri esiyordu, insanlara güveniyorlardı. Henüz kimseden kazık yememişlerdi, atmayı da öğrenmemişlerdi. Sözlerini sakınmıyor, kimsenin de önünde eğilmiyorlardı. Gelecek önlerinde uzanan ışıklı ve düz bir yol, ömür dikensiz bir gül, gençlik ise bitmeyecek bir bahardı onlar için. Zamanın çok uzun, yaşamın en büyük öğretmen olduğunu bilmiyorlardı. Haksızlık yenilmesi gereken bir kötülüktü.

 Hayatlarının baharındaydılar daha. Aşırı demokratik ülkemizin kurbanlarından oldular. Eyleme katıldılar, greve gittiler diye başlarına gelmedik kalmadı. İşlerinden atıldılar, hak arama mücadelesine giriştiler, dayak yediler, tutuklandılar ve 64 gündür açlık grevindeler. Ölüm bir şeker olmuş, bir kuşun kanadında onları bekliyor. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’dan bahsediyorum. İki güzel insan, iki onurlu gençten bahsediyorum. 

OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) ihraç edilen Konya Selçuk Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Nuriye Gülmen ve sınıf öğretmeni Semih Özakça oturma eyleminde 183, açlık grevinde ise 64. günü doldurdu. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'da Wernicke-Korsakoff Sendromu’nun öncü belirtilerinin görülmeye başlanmış. Ancak vicdanlar kör, kulaklar sağır. Seslerini hala kimse duymuyor. KHK’lar ile işten atılan binlerce işçinin onur mücadelesini veriyorlar ama onlar gibi işten atılanlardan da bir ses yok. Sadece eylemi sonlandırma adına ikna çalışmaları yapılıyor bol bol. Haklarını geri almanın yolunu açmaktan kimsenin bahsettiği yok. 


Göz göre göre ölüme gidiyor Nuriye Gülmen ve Semih Özakça. Sivil toplum örgütleri suskun, devlet suskun. İşlerine, öğrencilerine kavuşabilme hayaliyle ölüme gidiyorlar gözlerini kırpmadan. Haksız yere işten atıldıklarını, haklarını istediklerini haykırıyorlar ama onları işten atanlar suskun. Hiç mi vicdan kalmamış diye soruyoruz, ama anlaşılıyor ki yok. 

Onlar arkadaşlar. Fırtınalara ve tufanlara karşı çatısı uçmayan dirençleriyle, kendilerini adadıkları hak mücadelesini her gün yeniden doğurdular, yoğurdular, yücelttiler. 

Onlar arkadaşlar. Bıçak sırtında gezinen bir hak arayışının kahramanı onlar. Onurlu mücadelerinin önünde saygıyla eğiliyor ve haykırıyoruz: 

SES VERİN…

Arzu KÖK

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Daha Bitmedi - Arzu KÖK

Daha Bitmedi

Anayasa değişikliği için yapılan referandum sonucunda  oy kullananların %51.4’ü “EVET”; %48.6’sı “HAYIR” dedi(!). Sonuç itibariyle Anayasa Değişikliğine “EVET” diyenlerin sayısı daha fazla olduğundan anayasa değişikliği kabul edilmiş oluyor. Ancak hukuken salt çoğunluğun yarıdan bir fazla olduğu dikkate alındığında, sonuç net ve açık. Peki bu yeterli mi?


Anayasa bizlere hep toplumsal uzlaşı metinleri olarak tanımlandı. Oysa karşımıza çıkan tablo oldukça kritik bir seviyede. Diğer bir deyişle; ortalama olarak her iki kişiden birinin hayır dediği bir referandum sonucu ile bir ülkenin yönetim sistemini değiştirmek  ne derece doğrudur sizce? Burada toplumun anlamlı ve ciddi bir değişiklik talebinden bahsetmek mümkün mü?

Sürekli 1982 anayasasının bir darbe anayasası olduğu ve değiştirilmesi gerektiği, bu nedenle bu girişimde bulunulduğu söylendi. Peki değiştirilmesi istenen darbe anayasası, getirilmek istenen de toplumsal uzlaşı ile hazırlanan bir anayasa ise; yaklaşık olarak her iki kişiden birinin hayır dediği bir sistemde uzlaşıdan bahsedebilir miyiz?

Hayır diyenler bunun mücadelesini veriyor şimdi. Doğrusu da bu. Yalnız bilinmesi gereken bir şey var ki bu bir sonuç değil, başlangıçtır. Çünkü ortada bir zafer varsa, o da “hayır”ın zaferidir.
Zafer tek bir sonucu olan, tek yönlü değerlendirilebilecek bir olgu değildir. Türkiye için hayati bir önem taşıyan –demokratik olmayan bir yönetim sistemini değiştirmek için oylanmış bir anayasadan öte- toplum olarak geleceğimizle ilgili çok önemli bir karar oylandı.

Dolayısıyla herhangi bir kazanımdan söz edeceksek; sonucu basit bir matematik hesabı gibi görmekten öte, ona çok yönlü ve kapsamlı bir değerlendirme olarak yaklaşmak gerekir. Kimin kazandığı bu değerlendirme sonucunda ortaya çıkacaktır ve kazanımın durağan bir olgu olmadığını düşünürsek süreklileşebilmesi de bu değerlendirmeye oldukça bağlıdır.

“Hayır, biz kazandık” söylemini basit bir ajitatif söylemin ötesine taşımak istiyorsak eğer; 'Hayır’ın bu referandumdan nasıl kazanımla çıktığı, neler kazandığı, kazanımlarını nereye ve nasıl taşıması gerektiği ile ilgili soruların cevaplarını aramakla başlayabiliriz.

Asıl mücadele şimdi başlıyor. 

Referanduma OHAL koşullarında gidildi. Devletin bütün imkânları elinde olan “evet”çiler ile iki eli, iki ayağı ve bir de ağzı olan “hayır”cılar arasındaki “eşitlik” asla yoktu. ‘Hayır’cıların elinde neşe, inat, irade ve umuttan başka bir şey yoktu. Diğerlerinin elinde ise ordu, polis, medya, devlet hazinesi vardı. Tüm bu imkânsızlıklara rağmen “hayır” çalışmaları yapanlar, devletin baskısı ve devletin yoğun bir manipülasyonuyla karşı karşıya kaldı. Ancak gördüler ki; her türlü imkânsızlığa rağmen, bu kadar saldırıya ve baskıya rağmen giderek ‘hayır’ meşrulaşmaya ve kitleselleşmeye başladı. Bu sefer de ülkenin dört bir yanında “huzur operasyonları” adı altında “hayır” mücadelesi veren örgütlü, örgütsüz yüzlerce insanı; ev ve kurum baskınları, gözaltılar ve tutuklamalarla yıldırmaya çalıştılar. Yetmedi, terör örgütü suçlamaları, “PKK, DAEŞ ‘hayır’ diyor” açıklamaları, “Bunun bir de ahireti var” söylemleri… Böylece ‘evet’i savunmak yerine ‘hayır’ı şeytanlaştırdılar. 

Buna karşılık ‘hayır’ cephesi; kadınların, işçilerin, inançların, direnen halkların, gençlerin neşesiyle Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. Bazen bir şarkı dizesinde, bazen duvara yazılmış bir “hayır” sözüyle, bazen de “orantısız zeka” örneği dediğimiz komik görseller ve videolarla… 

Neşeli ve mutluydu “hayır”ı örgütleyenler; onlar gergin, tehditkâr ve panik halindeydiler. Neşeyi örgütleme pratiği her zaman başarıyı getirmemiş midir?

Öncelikle, referandum “resmi” sonuçları ne derse desin, bu sonuçlara devletin bütün imkânlarını kullanarak hile karıştırdıklarını, “hayır”ın resmi olmayan ama gerçek sonuçlara göre kesinlikle kazandığını unutmayalım. Ancak eğer sadece bu kazanımın farkında olur, arka planda yarattığımız atmosferin asıl kazanımlarını görmezden gelirsek, hata yaparız.

Cüret etmeyi öğrendiğimiz gerçekliği gibi. Evet, milyonlarca insan onlarca tehdide rağmen iktidarın karşısına dikilmeye cüret etti ve devam ediyor. Sandığa gidip oy kullanmayan, çoğu zaman oyunun ne olduğunu bile söylemekten çekinen bir halk; bunu söylemeyi bir kenara bırakın, örgütlenmeyi öğrendi. Devletin zora dayalı aygıtlarına karşın bir korku eşiği aşıldı. Düşünün, her gün haberlerde kendinize yapılan hakaretleri ve tehditleri dinlediniz ama vız geldi tırıs geçti.

Bir arada durulabildiği zaman nelerin başarılabileceğini; farklılıkların bizleri ayıran değil mücadeleyi renklendiren dinamikler olabileceğini öğrenmiş olduk. Sokağa çıkıldığı an binlerce, milyonlarca insan olduğumuzu ve asla yalnız olmadığımızı gördük. Başka bir dünyanın var olabileceğini ve inatla mücadele etmeye ve direnmeye devam ettiğimizde bunun kazanılabileceğini gördük. Kısacası çok fazla şey öğrendik.

Şimdi yapılması gereken öncelikle bizi çekmeye çalıştığı normalleştirme tuzağına düşmeden; yapılan bütün hile ve usulsüzlük yöntemlerinin hesabı, hukuk kuralları dışına çıkılmadan hesap sorulmalıdır. “Hayır”ın kazandığı gerçekliğini her yerde savunmalı ve asla referandumun hileli “evet” sonucunu kabul etmemeliyiz. Onların yalanlarından bile kızarmayan suratlarına; bütün hilelerini açığa çıkararak bunu yüzlerine vurmalıyız.

Bunun için gereken bütün hukuki yöntemleri kullandığımız gibi; referandum öncesi ve sonrası yaptığımız ve en önemli silahımız olan neşemizi ve orantısız zekâyı kullanmayı bırakmamalıyız. Bu mücadelenin daha uzun soluklu olması için unutulmamalıdır ki bu yola artık yeniden bir nefes alabileceğimiz Türkiye gerçekliği yaratmak adına çıktığımızdır.

Bu anlamda bugün kurulmaya başlanılan “Hayır Meclisleri” doğru bir şekilde kapsayıcılığı ve kolektif duruşunu devam ettirip bir dönemin ‘Kuva-i Milliye’si benzeri “Halk Meclisleri” haline neden gelmesin? Tabii bu Halk Meclisleri; demokratik devrim dinamiklerini kapsayan, bu dinamiklerin kendi gücünü açığa çıkaran, o gücü doğru zamanda doğru hedefe yönlendirebilen karar mekanizmaları olmalıdır.

Böylece bu meclisler yaygınlaşarak, her mahallede, ilçede ve ilde örgütlenerek bir güç alanı oluşturacak, son referandumda ortaya çıkan kent ile kırsal arasındaki uçurumu ortadan kaldıracak ve bu güç alanı kendisini iktidara taşıyabilecek bir düzeye sıçrayacaktır.

Nasıl ki bir dönem Kuva-i Milliye, normal zamanda bir araya gelemeyecek yüzlerce farklı nitelikte insanı bir araya getirebilmiş, ortak hedefe kilitleyebilmiş ve o hedef doğrultusunda organize edebilmiş ise “Hayır Meclis”lerinin bunu yeniden yapma ve başarma şansı doğmuştur. 

Gerçekliğin içerisindeki imkânları bulup açığa çıkarmak, gerçekliğin sınırlarına bunu taşıyarak o sınırları genişletmenin ne demek olduğunu aslında bu süreçte öğrendik diye düşünüyorum. 

Referanduma giderken kazanılanların kaybedilmemesi, özgür demokratik bir ülke olabilmek için yola çıkmıştık. Ve aslında kazandık da. Ancak artık elde ettiğimiz kazanımların süreklileşmesi ve hedeflerin büyümesi, büyütülmesi gerekmektedir. Kadınların, gençlerin, inançların demokratik iktidarını yeniden kurmak için, özgürlük, barış ve emeğin iktidarını kurmak için artık bir karar verilmeli ve başlanmalı, değil mi? Daha ne duruyorsunuz?...


Arzu KÖK


1 Mayıs 2017 Pazartesi

1 Mayıs!... - Arzu KÖK

1 Mayıs!…

Bugün 1 Mayıs!.. Bugün, İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü!... Bugün dünyanın her ülkesinde ırk, dil, din, milliyet, siyasi görüş farkı gözetmeksizin işçiler, emekçiler, işçi sınıfının bu tek ve büyük bayramını kutlayacak.


Ama;

Elleri nasırlı olmayanlar, alın terinin, göz nurunun ne demek olduğunu bilmeyenler bilmezler 1 Mayıs’ı… 

Ter dökmeyenler, ekmek parası uğruna çalışırken terleri ayak topuğuna inmeyenler bilmezler 1Mayıs’ı…

Avanta ile geçinenler bilmezler 1 Mayıs’ı…

Gemicik sahipleri bilmezler 1 Mayıs’ı…

Mısır ithal edenler, pastörize yumurta satanlar, arazileri talan edenler, borsada kara para aklayanlar, doğayı katledenler bilmezler 1 Mayıs’ı…

Vatandaşın dini duygularını sömürenler, bu yolla insanları kandırıp paralarını alanlar, bunları holdinglere aktaranlar, kendi Tv kanallarını kuranlar bilmezler 1 Mayıs’ı…

Kadını siyasi rant gibi görenler, üç eş sahibi olanlar bilmezler 1 Mayıs’ı…

Çocuklarını sahte raporlarla askerlik görevinden kaçıranlar, yurtdışında besleyip büyütenler, aşı ekmeği kolay yollardan kazananlar bilmezler 1 Mayıs’ı… 

1 Mayıs, Herhangi bir işyerinde iş güvenliği olmadığından can veren, sakat kalan işçinin hakkını savunmaktır…

1 Mayıs, çocukluğunu yaşayamadan ufacık bedenleri ile çalışmak zorunda kalan çocukların ekmeğini, alın terini savunmaktır… 

1 Mayıs, üretime katkı yapan, emekçi kadınların haksızlığa, sömürüye karşı haykırışı demektir…

1 Mayıs, bedenen ve ruhen yaşanılan yorgunluk ve alın terinin, hak edilenlerin taçlandırılması demektir… 

1 Mayıs, demir cevheri önünde aşırı sıcaktan göz pınarları kuruyan emekçinin hakkını savunmaktır…

1 Mayıs, yerin metrelerce altında çalışmak durumundaki maden işçisinin alın terini savunmaktır…

1 Mayıs, burjuvanın ucuz işçi çalıştırarak, emekçi sırtından zengin olanlara karşı
karnavallarda, yedi yıldızlı lüks, jakuzili otellerde, sevgilileri ile gününü gün edenlere
boyun eğmeme mücadelesi demektir…

1 Mayıs, emekçinin alın terini değerlendirme bayramıdır…

İşte tüm bu nedenlerden ötürüdür ki kimse öküz altında buzağı aramasın. Kutlanmasının önüne geçmek adına engeller koymaya çalışmasın, mazeret aramasın. 

Seçimlerde işçilere yapmadıkları vaat kalmayanlar, işleri yoluna girdiği an önce işçileri unutuyorlar. Oysa işçi, ekmeğine ve alın terine bağlıdır. İşinde hile hurda olmaz. Adam gibi çalışır, ekmeğinin karşılığını da ister doğal olarak. Vergisini kaçırdığı da bugüne kadar görülmemiştir. Hakkını arayan işçinin sağı, solu, önü arkası olmaz. Tek istediği hakkını alabilmektir:

“1991 Zonguldak’tan başlayan büyük madenci yürüyüşünde sendika başkanı Şemsi Denizer başkanlığında Ankara’ya yürüyen madenciler Mengen devlet yolunu kapattıklarında tutuklanan maden işçisini sorgulayanlar şu soruyu sormuşlar; ‘Komünist misin, Marks’ı, Lenin’i tanıyor musun?’ Şöyle yanıtlamış maden işçisi; ‘Valla efendim, bizim köyde böyle birini tanımıyom, hiç görmedim, şart olsun hiç görmedim böyle birini’ olmuş…

Yine bugün Türkiye’de her din-mezhep ve milletten işçiler İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere bütün ülke genelinde pek çok meydanda toplanarak, sokaklara çıkarak taleplerini haykıracaklar; dünyanın her yanındaki sınıf kardeşleriyle, 1 Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele değerleri üstünden aynı sınıfın parçası olduklarını duyumsayacaklar. 

Ancak Türkiye’de işçiler dünyanın diğer ülkelerindekinden daha ağır koşullarda gidiyorlar meydanlara. Zira ülke uzunca bir zamandan beri KHK’ler ve OHAL Yasası’yla yönetilmektedir. Ülke “tek parti tek adam” rejimine sürüklenmiştir. Bu nedenledir ki Türkiye işçileri için mücadele sadece sınıfsal bilincin getirdiği mücadele değil, aynı zamanda ülke sınırları içinde hayatta kalabilme mücadelesidir. Bir de bu yıl toplu sözleşme yılıdır. Kıdem tazminatının fona devredilmesi konuşulmaktadır. Kısacası bu güne kazanılmış sınıfsal haklarının kaybedilme yılı olma handikabı söz konusudur. 

Tüm bu sorunlarla karşı karşıya olan işçiler bu haklarını savunmak adına mücadele ederlerken, sendikal bürokrasinin işçileri, onları 1 Mayıs değerlerinden ve kutlamalarından uzak tutmak adına büyük gayret sarf ediyorlar. Tabii bir de bugünün 1 Mayıs olduğunu, tatil olduğunu bilmeden çalışmaya devam edecek ve belki bugün meydana gelecek iş kazalarında hayatını kaybetmek durumunda kalacak işçiler var. Sendika bürokrasisi ise işçilere karşı değil egemenlere karşı görevlerini yapmanın rahatlığı içinde mutlu olacaklar…

Evet; bugün 1 Mayıs ve 1 Mayıs’ı bütün dünyanın işçileri gibi Türkiye’nin işçileri de alanlara çıkarak kutlayacak. Ama mücadele yarından itibaren, işyerinde ve hayatın her alanında  sürmeye devam edecek. Aslında 1 Mayıs, mücadelenin nasıl olacağını, sınıfsal taleplerin nasıl şekilleneceğini, kolektif bilincin öneminin sergilemesi açısından da çok önemlidir. Ancak ülkemizde durum bu değildir. Aksine işçileri sınıf bilincinden uzaklaştırma çalışmaları son hız devam etmekte ve sendikalar da buna alet olmaktadır.

Bugün, “iş, ekmek, özgürlük” için, “kazanılmış haklarını kaybetmemek” için, “savaş politikalarına karşı olduklarını haykırmak” için, “içeride ve dışarıda savaşa hayır” demek için, “halkların kardeş olduğu bir Türkiye” demek adına meydanlarda olacaklar. 

1 Mayıs kutlu olsun…


Arzu KÖK