25 Ağustos 2017 Cuma

Z…- Arzu KÖK

Z…

Yıllar önce izlemiş olmama rağmen dün oturup yeniden Costa Gavras tarafından 1969 yılında Vassilis Vassilikos’un yazdığı aynı adlı romandan beyazperdeye uyarladığı siyasi içerikli bir Fransız filmi olan ‘Ölümsüz’ü izledim yeniden. Bilmem izleyeniniz var mı? 

Bazıları filmi ‘Z’ olarak da bilir. Bu film bize bir cuntanın nasıl yenildiğini anlatır. Filmde isim yoktur, ülke yoktur. Hiçbir şey anlatılmaz ama sonuna kadar hissettirilir. Filmde Yunanistan’da 1963 yılında solcu milletvekili Gregoris Lambrakis’in öldürülmesi sonrasında gerçekleşen olaylar anlatılsa da filmde hiçbir şekilde ülke ismi ve isimler açıkça belirtilmez. Bir dönem bu film Yunanistan ve ülkemizde sansür nedeniyle yasaklansa da çok sonraları, 1998 yılında izlediğimde ciddi anlamda çok etkilenmiştim. Yıllar sonra, yani dün yeniden izlediğimde de kendime gelemedim bir süre. 

Film başladığı anda ilk olarak şu cümle irkilmenize neden oluyor: ”Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey kasıtlıdır.”

Film, emniyet müdürünün solcuları ve topluma zararlı kişilerin birer asalak olduğunu,  onları kımıl zararlısı gibi yok etmek gerektiği konusundaki konuşmasıyla başlar. Sonrasında muhalif milletvekili Gregoris Lambrakis yaptığı bir siyasi konuşmanın hemen ardından sokakta, polisin gözü önünde kafasına odunla vurularak darp edilir. Hastaneye kaldırılır. Ama kurtarılması mümkün olmaz.

Hükümet emrinde çalışan savcı olayla ilgili olarak görevlendirilir. Polis ve askeri yetkililer, savcıyı olayın bir kaza olduğu yönünde ikna etmeye çalışırlar. Dosyaya "kaza sonucu ölüm" ibaresini düşerek kapatmasını isterler.

Ancak savcı, yönlendirmelerden etkilenmez ve olayı derinlemesine araştırmaya karar verir. Soruşturmasını derinleştirdikçe de, olayın bir kaza değil, örgütlü bir cinayet olduğunun farkına varır. Polis örgütü ve ordu içindeki üst düzey görevlilerin, sağcı çetelerle anlaşarak muhalif milletvekilinin katledildiği sonucuna varır. Savcı; resmi yetkililerle sağcı çetelerin nasıl görüşüp anlaştığını fotoğraflarla ve tanıklıklarla ortaya çıkarır. Askeri yetkililer ve polis şefleri sanık olarak mahkemeye çağrılırlar.

“Savcı tüm delil ve sonuçlara ulaştı, olay çözülecek” derken, hükümetin emrini dinlemeyerek olayı örtbas etmeyen savcı görevden alınır. Bu da yetmezmiş gibi tüm tanıklar ardı ardına nedense –yanlış anlamayın, tamamıyla tesadüfen- "kaza sonucu" ölürler. Haberi gazeteye taşıyan gazeteci ise "resmi belgeleri yayınlamak" suçundan hapse atılır.

Bu olayların sonrasında ise; uzun saçı, mini eteği, Sofokles’i, Sokrates’i, Tolstoy’u, Rus usulü kadeh kaldırmayı, grevi, ansiklopediyi, Beatles’ı, Aristofanes’i, Ionesco’yu, Sartre’ı, Çehov’u, basın özgürlüğünü, sosyolojiyi, eşcinselliği, Beckett’i, Dostoyevski’yi, modern matematiği, modern sanatı ve Z harfini yasaklarlar.

Z harfi ise eski Yunanca da ‘yaşıyor’ anlamındadır ve direnişin ölmediğini, devam ettiğini, edeceğini simgeler. Bu nedenle duvarlara yazılır ve direniş başlar. Cunta gidene dek de duvarlardan silinmez. Zaten çok geçmeden de cunta tarihin çöplüğünde yerini alır. 

Hele ki film “direniş ve direnenler yaşıyor”, “savcı yaşıyor” anlamındaki Z harfi perdeyi boydan boya kaplayarak bittiğinde damarlarımdaki kanın nasıl da bir koşturmacaya girdiğini anlatamam.

Costa Gavras’ın en iyi yabancı film Oscar’ı aldığı bu filmi izlediyseniz yeniden, izlemediyseniz de bulup izlemenizi öneririm sizlere. Bazı durumlar arasındaki benzerlikleri fark ettiniz mi bilmem. Ama derim ki bazı şeyleri görmek, anlamak adına bu filmi izlemenin tam sırası…

Arzu KÖK

18 Ağustos 2017 Cuma

Kooşş Vatandaş Kooşş!... - Arzu KÖK

Kooşş Vatandaş Kooşş!...


Biliyor musunuz?

Kızılay’da yola tükürenlere kızmıyorum artık, sanata tükürenleri gördükten sonra… 

Pavyon kapatanlara kızmıyorum, AKM’ yi, tiyatroları kapatanları gördükten sonra…

Özelleştirme Haritası
Falanca partinin ‘kanlı mı gelsek kansız mı?’ sözüne kızmıyorum, Anıtkabir’de Ulu Önder’in huzurunda şeriat şovu yapanları, heykelini parçalamaya çalışanları gördükten sonra… 

El feneriyle hırsızlık yapanlara kızmıyorum artık, Deniz Feneriyle hırsızlık yapanları gördükten sonra... 

Rahmetli Cumhurbaşkanımıza kızmıyorum artık, özelleştirmede ilk köprüleri sattı diye, özelleştirme adına ülkeyi, geleceğini satanları gördükten sonra…

Haydi yok mu alan, batan geminin malları bunlar… 
Santral alana Orta Anadolu linyitleri bedava…
Yetişen alıyor… 
Kooşşşş…

Süt Kurumunu alana on Montofon on da Holstein cabası… 

Petlas’ ı, Botaş’ ı, T.E.K. ‘i, P.T.T’ yi alana başbakan yardımcısı bedava…

Şimdi müşteri beklemenin tam zamanı… 

Bunları falanca şehir esnafından bir işadamı mı alacak sanıyorsunuz. Zor alır… Sen kamuoyuna zarar ediyorlar diyeceksin, sonra da var mı alan diye çıkacaksın. Zararlı olanı kim alır? Tabi ki yabancı sermayeler ve Türkiye için ağzı sulanan kapitalist ülkeler. Kâr eden şirketler ithal kenelere, zarar edenlerse emeklilik yaşının artmasıyla yerli dedelere, ninelere…

Son 15 yılda, 10 liman, 81 santral, 40 işletme, 3 bin 483 taşınmaz, 3 gemi ve 36 maden sahası satıldı. Bunların arasında yıllarca devlet kasasına önemli gelir getiren kuruluşlar da var. Evet bu satışlardan toplam 60 milyar dolar gelir sağlanmış ama cumhuriyetin kuruluşuna da tanıklık eden ve para basan birçok kurum ve tesis, artık Hazine'ye düzenli gelir getiremeyecek.

TÜRK TELEKOM'un yüzde 55'i Arap sermayesi Ojer Telekom'a, TÜPRAŞ'ın yüzde 51'i 4.1 milyar dolara İngiliz Shell- Koç ortaklığına satıldı. 2006'da PETKİM'in yüzde 51'i 2 milyar dolara Azer Socar'a, TEKEL'in 6 adet sigara fabrikası 1.7 milyar dolara Hollanda merkezli British&American Tobacco'ya satıldı. TEKEL'in içki bölümünü 2003'te alan yerli Mey, 3 yıl sonra aldığı fiyatın 2,5 katına hisseleri ABD'li fon TPG'ye devretti. Fon 5 yıl sonra Mey'i özelleştirdiği fiyatın yaklaşık 10 katı fiyata İngiliz Diageo şirketine sattı. Özelleştirmelerin üzerinden geçen 10 yıllık süre içerisinde her iki kurum da yüksek kârlara ulaşarak değerlerini katladı. Ancak devlet stratejik öneme sahip bu şirketlerde kontrolü kaybetti. İşin en acı yanı ise bunların ortalama %70’i yabancıların eline geçmiş oldu.

İşin ilginç yanı ise ”Yapılan özelleştirmeler bizlere ne getiriyor, ne götürüyor?” diye gerçek anlamda sorup, üzerinde duran da yok. Her zaman olduğu gibi düz mantık kuruluyor: Para geliyor ya, gerisini boş ver… 

Son 15 yılda yabancı şirketler başta kamu kuruluşları olmak üzere, finanstan enerjiye, sağlıktan eğitime, perakendeden gıdaya kadar birçok sektörde ağırlığını artırdı. Bankacılık sektörünün yüzde 50'si, sigortacılık sektörünün yüzde 70'i yabancı şirketlerin kontrolüne geçti. İlaç pazarında hali hazırda 106 yabancı şirket var ve pazar payları yüzde 70 düzeyinde. Akaryakıt sektöründeki yabancıların payı yüzde 65, doğalgazda yüzde 15 olurken, 2008'de sıfır olan elektrik piyasasındaki yabancı sermaye payı, yapılan özelleştirmelerin ardından yüzde 20 seviyesine çıktı. Artık en önemli kaynaklar üzerindeki tasarruf hakkını kaybeder duruma geliyoruz. Zira yabancılar istedikleri zaman bütün yaşamsal kaynaklarımızı bizlere yasaklayabilirler…

Şimdi ise en çok gelir getiren bir kurumun özelleştirilmesi gündemde: Milli Piyango. 

Kooşşş vatandaş koooşşş… 
Batan geminin malları bunlar… 
Alın, kârınızı üçe katlayın. 
Piyango ikramiyesinden farksız bunlar… 
Koşşşş…

TEKEL'in 17 fabrikasını 292 milyon dolara alan Limak-Özaltın-Çarmıklı, bir yıl sonra, tek bir çivi bile çakmadan, 820 milyon dolara Amerikan şirketi Texas  Pasific Group'a  sattı.  O da 2.5 milyar dolara İngiliz Diego şirketine devretti. Gördünüz değil mi aradaki kâr farkını. Piyango ikramiyesi değil de nedir bu?

Cumhurbaşkanı'nın Isparta'da Amerikan merkezli Coca Cola fabrikasını açtığı gün 86 yıl önce kurulmuş TEKEL TEKİRDAĞ Rakı Fabrikası kapatıldı. Fabrikanın 102,5 dönümlük arazisi üzerinde konut-rezidans-alışveriş merkezi yapılacakmış. Yine aynı gün TEKEL'in 17 fabrikasından biri olan ve Atatürk döneminde Atatürk Orman Çiftliği'nde kurulu Bira Fabrikası'nın arazisinin hemen bitişiğindeki arazinin TOKİ tarafından Amerikan Büyükelçiliği'ne satıldığı çıktı ortaya. Bütün değerlerimizi yitiriyoruz bir bir…

Özelleştirmeyi sadece bir üretim tesisinin el değiştirmesi veya tesisin kamudan özel sektöre geçmesi olarak algılayanlar var. Oysa bundan ibaret değildir durum. Özelleştirme ekonomiyi çok sayıda olumsuz etkilerle karşı karşıya bırakan bir uygulamadır. Peki nelerdir bunlar:

-Arsa spekülasyonu 
-Beşerî sermaye kaybı 
-Borçların kamunun üzerine yıkılması 
-Dış bağımlılığın artması
-Döviz kaybı
-Ekonomik yolsuzluk (hortumlama, soygun, rant yaratma, kayırma)
-Gelir kaybı
-Görevi ihmal 
-Görevi kötüye kullanma 
-Haksız rekabete yol açma
-Halkı kandırma 
-Halkın malının sermaye kesimine aktarılması 
-Hukuk ihlali (usulsüzlük, usulsüz işlem, sözleşmeye uyulmaması) 
-İşsizliği artırma 
-Kamu kaynaklarına zarar verme (halkın malını gasp, devlet malını çarçur etme) 
-Kamunun borç yükünü artırma
-Kamu kaynaklarını peşkeş çekme 
-Kartel oluşturma 
-Pahalılığa yol açma 
-Sermaye stoku kaybı 
-Taahhütlere uymama 
-Tarıma darbe (hayvancılığa darbe )
- Ulusal güvenliğin tehlikeye atılması) 
-Ulusal kaynakların ya da piyasanın yabancıların eline geçmesine sebep olma
-Üretim kaybı (üretimi durdurma)
-Vergi kaybı

Ülkemizde bu saydıklarım içerisinde görmedikleriniz var mı? Peki ülkemizde yaşanmaya başlanmış bu sonuçlar bile artık özelleştirmelere son vermemiz gerektiğinin ispatı niteliğinde değil midir? Ama kimin umurunda…

Daha sırada satılacak birkaç tesisimiz kaldı ya, para getirecek ya hemen satılmalı değil mi? Hazineye girecek düzenli para kimin umurunda ki? Yukarıda bahsettiğim gibi Milli Piyango ile devam edecekmiş satışlar. Sonrasında TCDD, enerji santralleri varmış…
Biz şimdiden bağıralım yeniden:

Koooşşş vatandaş koooşşşş!...

            
            Arzu KÖK                                            

11 Ağustos 2017 Cuma

Suç Kimde? - Arzu KÖK

Suç Kimde?

Daha önce bu öyküyü duydunuz mu veya bir yerlerde okudunuz mu bilmiyorum. Her okuduğumda sorarım kendime “Suç kimde?” diye. 

 Çin’in Guangzhou kentinde bir banka soygunu. Soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “Kımıldamayın. Para devletindir, ama hayatınız sizindir.”

Herkes sessizce yatar… Bunun adı “Zihin Değiştirme Kavramı”dır. 
Alışılmış düşünce tarzını değiştirmek…

Bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. Ama bacaklar ortada... Soyguncu bağırır: “Edebini takın. Bu bir soygun, ırza geçme değil!”
Bunun adı “Profesyonellik”tir. İşin neyse onun üzerinde yoğunlaş!

Soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. Daha genç olanı (Lise mezunu) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “Abi, hadi şu paraları sayalım,” der. 

Daha yaşlı olanı der ki: “Çok aptalsın be. Bu kadar para oturup sayılır mı? Bu akşam zaten TV haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.”

Buna “Deneyim” derler! Günümüzde deneyim kağıt diplomalardan çok daha önemlidir.

Soyguncular bankadan kaçtıktan sonra Şube Müdürü, Şube Şefine hemen polisi aramasını söylemiş. Şef demiş ki: “Durun hele Müdürüm. Alacaklarını aldılar. Biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?”


Buna “Dalgayı yakalamak” derler. Berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!

Müdür der ki: “Yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. Ne eğlenirdik!”

Buna “Sıkıntılardan kurtulmak” derler. Kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.

Akşam TV haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış!
Çaldıkları paranın çok daha az olduğu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı… Tekrar tekrar saymışlar. Bakmışlar hepi topu 20 milyon! 

Çok kızmışlar bu işe: “Biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. Banka Müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. Galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!”

Bu “Bilgi altından daha değerlidir” demektir…

Banka Müdürü çok mutludur. Özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için. Buna “Fırsatları kullanmak” derler. Kazanmak için risk almak gerekir.

Bu durumda gerçek soyguncu kim?

Ülkemizde çok şeyler oluyor ve çoğu da hiç ama hiç hoşumuza gitmiyor. Yapılanları adil bulmuyoruz, doğru bulmuyoruz. Baktığınızda kendisini haksız gören kimse yok. Yukarıda anlattığım olaydaki gibi herkes haklı!... Herkes görevinin gereğini yapıyor!... Ancak mutlu olan kimse yok. Haklılıklarını savunanlar da haksızlığı söyleyenler de huzurlu değil. Bir yanlış olduğunu herkes biliyor ama o yanlışı tespit etmek ve çözümlemek konusunda herkes aciz. Zira bu karmaşa herkesin işine geliyor.

Peki ama ortada bir suç var mı? Varsa suç kimde, kimlerde? 
Bir düşünün bakalım... 
Belki biliyorsunuzdur…

Arzu KÖK

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Ses Çıkarma!... - Arzu KÖK

Ses Çıkarma!...

Ses çıkarma!...
Çünkü Afyon cephaneliği patladığında paramparça olan gençleri tanımıyordun.

Ses çıkarma!...
Çünkü Reyhanlı’da parçalanan bedenler senin veya aile üyelerinden birinin değildi.

 Ses çıkarma!...
Çünkü onlarca adam tarafından tecavüze uğrayan küçük kız senin kızın değildi.

Ses çıkarma!...
Çünkü Gezi olaylarında katledilen Ethem, Abdullah, Mehmet, Ahmet, Medeni, Ali, Berkin… senin evladın, kardeşin ya da baban değildi.

Ses çıkarma!...
Çünkü görevinin başında darp edilen sağlık çalışanlarıyla hiçbir bağın yok.

Ses çıkarma!...
Çünkü yerde sürüklenen, darp edilen adalet savunucusu avukatların hiçbirini tanımıyorsun.

Ses çıkarma!...
Hem sen hayatında hiç twit atmadın ki, twit atanlar tutuklanıyorsa bundan sana ne?

Ses çıkarma!...
Basın susturulmuş, susturulamayanlar içeri tıkılmışsa bundan sana ne? Bunların özgürce konuşması, yazmasının anlamı da ne ki? 

Ses çıkarma!...
Yol yapıyorlar ya yalancı olsalar ne çıkar?

Ses çıkarma!...
Eğitim sistemi oyun hamuru gibi şekilden şekle girerken, çocukların bundan nasıl etkileneceği önemli değil, zira ya çocuğun yok, ya da etkilenecek olan senin çocuğun değil.

Ses çıkarma!...
Dolar, euro, altın aldı başını gidiyor. Ama senin onlarla işin yok, çünkü sen Türk parası alıyorsun, harcıyorsun.

Ses çıkarma!...
Asgari ücret açlık sınırının altındaymış size ne, hem sizin tuzunuz kuru ya.

Ses çıkarma!...
Sen gariban değilsin ki, her gün gelen şehit haberleri seni ilgilendirmez.

Ses çıkarma!...
Ankara’da, İstanbul’da parçalanan bedenler ya senin gibi düşünmüyor ya da yabancı uyrukluydu, üzülmene gerek yoktu.

Ses çıkarma!...
Ülkemizin doğusunda adı konmamış bir savaşta gencecik fidanlarımız şehit düştüğünde senin evladın değildi onlar.

Ses çıkarma!...
Soma’da, madende göçük altında kalan 301 can senin akraban değil ki.

Ses çıkarma!...
Onlarca çocuk gelin senin evladın değil ki.

Ses çıkarma!...
Yanan, yakılan ormanların sana ne faydası var ki?

Ses çıkarma!...
Bir doğa harikası olan Kaz Dağları, Cerattepe bir maden yüzünden yok ediliyormuş, sana ne.

Ses çıkarma!...
En temel yiyeceğimiz olan buğdayı dahi ithal eder olmuşuz, ama senin sofrana geliyor ya ne önemi var ha dışarıdan almışız ha üretmişiz değil mi?

Ses çıkarma!...
Bir tarikat yurdunda yanarak ölen çocuklar sizin değil nasılsa.

Ses çıkarma!...
Ağaçsız bırakılan koca şehir İstanbul sokaklarında sel yüzünden insanlar yüzüyorsa kimin umurunda, yüzen sen veya senin çocuklarından biri değil ki.

Ses çıkarma!...
Görevlerinden atılan onlarca akademisyene ihtiyacın yok ki senin. Hem senin bilimle, bilim adamıyla ne işin olabilir ki?

Ses çıkarma!...
Yıllarca verdiğin emek cemaatlerin, tarikatçıların kopya sistemleri sayesinde tükenip gidiyorsa sana ne, istediğini aldın ya sen.

Ses çıkarma!...
Göçük altında kalıp mezarsız olanlar kader kurbanıydılar.

Ses çıkarma!...
10 liralık borcunu yatıramadığında kapına gelenler trilyonları götürenlere sessiz kalıyorsa sana ne.

Ses çıkarma!...
"İnsan" olmak erdemi sende “kul olma”ktan sonra geliyor nasılsa.

Ses çıkarma!...
Zira yılan henüz sana dokunmadı.
Ama unutulan bir şey var: O yılan hâlâ yaşıyor.
Ve o yılan seni sokmadan rahat etmeyecek.

Hani derler ya “Susma, sustukça sıra sana gelecek” diye. 
Bir düşünün isterseniz.

Arzu KÖK

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Sevgisiz Vicdanlar... - Arzu KÖK

Sevgisiz Vicdanlar...

Meclis devre dışı bırakıldı…
Anayasa askıya alındı… 
Bütün dünyaya ayar verme üzerine kuruldu dış politika… 
El konuldu medya organlarına… 
Hapse atıldı aydınlar, yazarlar, gazeteciler, seçilmişler…

 İşte son zamanlarda güzel ülkemin görünen manzarası. Bu tablo içeriden ve dışarıdan bu ülkeyi yok etmek adına büyük bir kavga verildiğini gösteriyor. Kimileri diyor ki tüm bu yaşananlar bir ölüm sancısı… Kimileri de diyor ki doğum sancısı ve eğer tüm muhalifler susarsa doğum gerçekleşecek, her şey yerli yerine oturacak, tabii sonrasında da kimsenin söz hakkı kalmayacak… Halk büyük oranda tüm bu yaşananlara duyarsız. Vicdanlar sevgisiz, kör, sağır artık ülkemizde. Öyle bir hale geldik ki Can Yücel’in bir şiirinde dediği gibi; “Neredeyse ışığa inanmaz olacaktık/ Öyle büyüyordu ki içimizdeki karanlık”

Yaşadığımız çağ, güzel elbiselerin, güzel ayakkabıların ve güzel arabaların çağı... Yani maddeyi öylesine güzel çoğaltanların çağındayız… Sanatı, kitapları bile bu güzellik tutkusuna alet ettiler. Artık cümlelerini pazarlayan yazarlar, çizgilerini pazarlayan ressamlar, ezgisini pazarlayan ozanlar çağındayız. Artık kimse görmek istemiyor bu güzel ülkenin neden bu halde olduğunu.

Peki ne için bu alışveriş? Topraktan alıp ruhlarımıza taşıdığımız erozyonun nedeni ne? Var mı bir anlayabilen? Aslında tüm bunların sorumlusu insan!... İyiye, güzele kanat açan da, içinde her türlü kötülüğü besleyip büyüten de insan. İnsanlarımız yazık ki ten kafesinden çıkamamanın sancılarını yaşıyor. Bu nedenle de aklını, yüreğini işgal etmiş bir benliğin esiri olmuş birçoğu. Her gün insanlarımız ölüyor, hapishanelerde yaşam savaşı veriyor gerçek aydınlarımız, ‘adalet’, ‘vicdan’ kavramları anlamını yitirmiş, ama ses yok kimsede… Aslında şu an en çok kendine ağlamalı insan, kendine… 

“Toplumu her türlü ayırım modelini kullanarak ayrıştıran, düşman eden, nefret duygularını keskinleştirenleri nasıl bilirsiniz?” diye sorsam birçok kişi çıkıp 'çok iyi' demez, tıpkı musalla taşında mevtaya kerhen de olsa ya da adet üzerine de olsa!...

Ayrıştırmadan, benliklerimizi kin ve nefret duygusuyla beslenmiş egoların oluşturduğu çemberin içinden çıkmanın yolunu aramayıp; tıpkı suya düşenin yılana sarıldığı gibi bugün de politikacının yalanına sarılıyor insanlarımız… Bugün toplum bu yanlış tabloyla iç içe yaşıyor ne yazık ki.

'Ben'i, benleri törpüleyemediğimiz, yontamadığımız için 'bizim' diyemediğimiz için işler yumaklaşıyor. Birlik ve bütünlük ardiyeye alınıyor, birliğe ikna edilmediğimiz, çaba gösterip etmediğimiz için düşmanlıklar keskinleşiyor, toplum kamplaşıyor. Kardeşlik ve barış söylemlerine destek veren türküler bile sadece kulağa hoş gelen 'ezgi' olarak kalıyor. Oysa vicdan hakeminin egemen olamadığı kısır döngülerin işgaline uğramış bir ruh;  ne edebiyattan, ne şiirden, ne sanattan, ne de milli ve manevi değerlerden nasiplenir. Durum böyle olunca da bu değerlerden fakir bir ruh halimizle yaşar gideriz.

Unutulmamalıdır ki sevgiden yoksun, ruhu kin ve nefretle yoğrulmuş insanların vicdan hakemi tamamen kara delik gibidir. Vicdanı körelmiş, kararmış yürekleri ve sulanmış beyinleri aracılığıyla etkin olduğunu sananlar, Türk halkına felaketten başka bir şey vermiyorlar/veremezler.

Sinoplu Diyojen’in feneri görülüyor ama ışık görünmüyor. O halde bütün gücümüzle gözlerimizi ve sözlerimizi karanlığa dikmekten, o karınlığın karşında diklenmekten başka bir seçenek yok... Hani ne diyordu şair:  "Çocuklar inanın inanın çocuklar/Güzel günler göreceğiz güneşli günler/Motorları maviliklere süreceğiz”

Görünen o ki vicdanlı muhaliflerden bir gökkuşağı oluşturmadan da bu adaletsizlik ve vicdansızlıktan kurtulmanın yolu var mı bilmiyorum…

Arzu KÖK