23 Eylül 2017 Cumartesi

Dil Giderse…- Arzu KÖK

Dil Giderse…

Özellikle son on yıldır Türkçeden bir kaçış var güzel ülkemde. Bu kaçışa neden olan kompleksin bir açıklaması var mı? Bilmiyorum açıkçası. Çözemedim tam olarak.

 En basitinden her gün bir yenisi açılan kulelerin, alışveriş merkezlerinin isimlerine bir bakın. Bu isimlere baktığınızda her biri ülkemizi işgale gelmiş ülkelerin komiserlik binaları gibi duruyor. "Mimarî, felsefenin sükût etmiş hâlidir" der Hegel. Bugün ise sanki Hegel’e inat edercesine estetik kaygıdan uzak bir şekilde bozulurken şehirlerimiz, felsefemizden ve kültürümüzden de gittikçe koparılıyor... Bu kopuştan en çok payını alanda yazık ki güzel Türkçemiz…

Son zamanlarda gördüğümüz 'towers'lı, 'city'li, 'country'li, 'mall'lı, 'center'lı isimler, 'dil'imizi dert edinenlerin içini karartıyor adeta... Bir dilin kendini korumasının ön koşulu bilimde, ticarette ve sanatta sıkça kullanılması ise bunlardan uzaklaştırılması o dili ne hale getirir? Kültürü ne hale gelir o ülkenin?

Dil, "Dil giderse ne kalır?" diye endişe duyacak insanlara, yöneticilere ve onların ilgisine gereksinim duyar. Yaşantımıza bambaşka kültürlerin unsurlarını yerleştirmiş ve kapitalizmin tükenmez iştahını sergileyen, gözümüzü kaldırdığımız her yerde karşımıza çıkan bu yabancı isimlerden rahatsızlık duymayanlar, bu vatanın özünü oluşturan asıl değerlerini de yitirmiş demektir. 

Bazen gerçek anlamda bu olanları anlamlandırmak çok güç geliyor bana. Örneğin yıllardır bildiğimiz zeytine 'zeytin' değil de 'olivium' dediğinizde ne değişiyor? Daha mı elit oluyorsunuz? Türkiye’deki alışveriş merkezlerinde ise dünyanın her 'mal'ını bulmak olası iken Türkçeyi bulmak oldukça zor: Atrium, Paladyum, Nautilus, Atirus, Vaiport, Town Center, Paradise, Parkway, Polcenter, Mayadrom, Neocity, Olimpia, Maxi, Galeria, Historia, Capitol, Carium, Aquarium, Ankamall, Antares, Nata Vega, Ares,  Taurus, Next Level, Optimum, Panora, Acity, Arcadium, Galleria, Gordion, Via/Life… Yazdıklarım sadece aklıma gelenler… Bunlar gibi daha niceleri… Sorsanız kimse de bu isimlerin ne anlama geldiğini bilmez…

Hadi alışveriş merkezlerini ve diğer kule ve mağazaların isimlerini geçtik, günlük konuşma dilimiz de son derece bozuldu: Bye, şampuan yapmak, tmm arkadash, slm, sınawın var, chatleşelim, okey, war git, izzy… ve daha niceleri…

İnternete giriyorsunuz, değiştirilmiş, yabancılaştırılmış bir sürü kelime, gençlerin tişörtlerine bakıyorsunuz, bir sürü yabancı slogan… Sonra oturup kara kara düşünüyorsunuz, “Burası neresi?” diye. Hiç şaşırmayın derim. Kendi ülkenizdesiniz. Sadece sahip çıkmadığınız dilimiz gün geçtikçe yabancılaşıyor, yozlaşıyor….

Oysa bir ulus dünyaya ancak dili ile “Ben buradayım ve varım” diye haykırır. Dili olmayan bir ulus, ulus olarak da kabul edilmez. Bazen çok merak ediyorum: Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde yer alan 111 bin dolayındaki kelime neden yetmiyor bize? Yabancı kelime kullanmaya neden bu kadar meraklıyız? 

Yetim ve öksüz kalmış bir çocuk gibidir son zamanlarda güzel Türkçemiz ne yazık ki. Yukarıda saydıklarımın yanında bir de:

-Gramer ve imlâ yoksulu bir basınımız var artık… 

-Noktalı virgül(;)le iki nokta(:)yı ayırmayı başaramayan okumuş cahiller sarmış her yanımızı…


-Bu "şart" ve "koşul" da diye orada burada demeç veren diplomalı cahillerimiz var…

-Yazdığı mesaja "sağlık ve sıhhat" diye yazan kültürsüzler sarmış etrafımızı…

-Gazetedeki köşe yazısının başlığını oluşturan kelimelerin ilk harfini küçük yazan "ünlü" kalemşörlerimiz var…

-Şehirlerimizi saran İngilizce ve Arapça tabelalara izin veren belediye başkanlarımızla gurur duyuyoruz!…

-En önemli görevi Türkçeyi korumak olan RTÜK'ün vurdumduymaz…

-"Komedi" diye yerel ağızları, küfürleri sinemaya taşıyan sözde sanatçılarımız var…
...

Unutmayalım ki bir ulusu yok etmenin ön koşulu dilini yok etmektir. Dil, sadece bir iletişim aracı değildir. Dil bir ulusun geçmişidir, geleceğidir. Geçmişimizle birlikte geleceğimizi de yitirmek üzere olduğumuzu görmüyor musunuz? Peki farkında mısınız son yıllarda dilimiz yozlaştıkça bizim de o hızla küçülüyor ve yozlaşıyor olduğumuzu? 

Vatan savunması sadece topla, tüfekle yapılmaz. Asıl vatan savunması diline ve kültürüne sahip çıkmakla olur. Bu anlamda da en önemli görevimiz dilimizi korumak ve yaşatmak olmalıdır.

Çünkü dil giderse vatan da gider.

Arzu KÖK

17 Eylül 2017 Pazar

Eğitim ve Yeni Müfredat - Arzu KÖK

Eğitim ve Yeni Müfredat

Ege ve çevresini herkes bilir ki tarihin her döneminde sık sık depremlerin yaşandığı bir bölge olagelmiştir. Antik Yunanlılar, deprem olmasın diye Deprem ve Denizler Tanrısı Poseidon’a dualar eder, yakarır, kurbanlar keserlermiş. Miletli bilgin Thales tüm bunları düşünür: “Tanrılar ve tanrıçalar bizim baba ve analarımız. Analar ve babalar çocuklarını öldürür mü? Deprem oluşmasının başka bir nedeni olmalı!...” 

Bu düşünce kafasını uzun süre kurcalar ve depremlerin oluşumu ile ilgili akla dayalı bir varsayım (hipotez) ortaya atar ve varsayımını tartışmaya açar. Bu şekilde doğal olayların doğaüstü güçlere başvurmaksızın açıklanabileceği anlaşılır. Thales’in varsayımı tartışılmaya başlandıktan sonra deney ya da gözlemlerle sınanarak binlerce varsayım türetilir ve sonunda günümüzün modern deprem kuramı oluşur.  

Buna rağmen ülkemizde bu yaz Bodrum ve çevresinde yaşanan depremleri, kadınların mini etek ve bikini giymeleri nedeniyle Allah’ın bir cezası olarak gördüler.  Geçmişte oy için yobazların sırtını sıvazlayan politikacılar, böyle densizler için meczup diyerek milletin gazını alıp hallettiler olayı bir çırpıda.

Aslında şimdi de meczup deyip geçiştirmek istedik ama bir de baktık ki  Eğitim Bakanlığı, hazırladığı yeni müfredatta ‘Allah’ın cezası’ diyenlerin görüşlerini işlemiş. Görünen o ki bu müfredat ile ülkemiz Thales öncesine, yani 2600 yıl geriye götürülmek isteniyoruz!...

Üniversiteler dahil, okullar medreseleştirilmeye başlanınca, Osmanlı’da çağdaş okullaşmanın başlangıcını esas alarak “1773 öncesine mi gidiyoruz?” diye düşünmeye başlamışken bir de ne görelim? Daha, daha geriye Thales öncesine gidiyoruz gibi…

Eğitim Bakanı ise kendisine sorulan sorulara yanıt verirken yeni müfredatın “çağdaş” olduğunu söylemiş. Sizce? 

Günümüzde TRT dahil bazı kanallarda sık sık karşımıza çıkan fesli, cübbeli, sarıklı, türbanlı. ya da tersine çok şık giyimli/ çağdaş görünümlü tarikat/ cemaat sözcülerini dinleyince, İmam Gazali’yi dinliyor gibi oluyor insan. Zira, İslam dünyasının bugünkü duruma gelmesinde özellikle İmam Gazali’nin büyük rolü vardır. Gazali “Platon ve Aristo gibi onların yandaşları olan Farabi, İbni Sina, El Razi vd. kafirdir. Neden- sonuç ilişkisi yoktur. Tüm olaylar/ olgular Allah’ın takdiridir” diyerek, bugün Bilim Tarihi’nde İslam’ın yüz akı olarak yer alan bilim adamlarına karşı halkı kışkırtmış ve o zamana kadar kuramlaşmış tüm fizik yasalarını yok saymıştır. Aziz Augustine gibi akla savaş açmıştır. Matematik yanında, satranç gibi zeka oyunlarını da “aklı güçlendirdikleri için” haram ilan etmiş. Eleştirel özgür düşünceye karşı çıkmış ve bu amaçla “Felsefenin Tutarsızlığı” kitabını yazmıştır. Keskin zekası, etkileyici konuşma yeteneği ve güçlü kalemiyle cahil halkı yanına almış, daha da cahilleşmelerine hizmet etmeye devam etmektedir. Bugün de söylemleri en net haliyle gündemde. Yeni müfredatla da gelecek nesilleri de bu yönde yetiştirmek istedikleri görünmekte.

Yeni müfredatta;

1- 5. sınıf Sosyal Bilgiler kitabından, “Atatürkçülüğü ve Atatürk İnkılaplarını Öğreniyorum” ve “Atatürk İlke ve İnkılapları” bölümleri çıkarıldı. “Atatürkçülük” sosyal bilimler derslerinin müfredatından tamamen çıkarıldı. Atatürk’ün işlenişinin kapsamı olabildiğince daraltıldı.
2- Lise son sınıf Biyoloji dersinin müfredatında yer alan “Hayatın başlangıcı evrim” ünitesi tamamen eğitim programından çıkarıldı. 
3- 5. sınıf Türkçe kitabında Ömer Halisdemir ile Hasan Tahsin arasındaki benzerlikler soruldu ve öğrencilere “Darbe, sinsi, zalim, şehadet” gibi sözcükleri cümle içerisinde kullanmaları isteniyor.
4- İmam Hatip kitabında “ Laiklikte de sekülerizmde de siyasi ve toplumsal hayat düzenlenirken Allah’ı, vahyi, kutsalı dikkate almamak esastır” denilerek, laiklik ve sekülerizmin “dinden uzaklaşma sonucu doğduğu” savunulmuştur.
5- 'Hz. Muhammed’in Hayatı' ders kitabında “İslam erkeğin üstlendiği mesuliyetlere karşılık kadının da kocasına itaat etmesini istemiş ve bu itaati ibadet saymıştır” denilerek, kadınların erkeğin sözünden çıkmaması gerekliliği üzerine basılarak söylenmiştir.

Açıkçası sadece kısa başlıklar halinde verdiğim şeyler bile nereye gidiyor olduğumuzu az çok söylüyor bizlere. Oysa dünya yepyeni bir bilinç ve bilgi düzeyine doğru evrimsel bir süreç içerisinde ilerlemekte… Bilgi toplumu olmanın yolu ise, bilgiyi sistemi oluşturan öğeler arasında eşit dağıtmaktan geçiyor.  Bizim ise ülke olarak ayakta kalabilmek adına daha çok bilgiye ihtiyacımız var. Yoksa bırakın evreni dünyadan da sağ çıkamayacağız. 

Görünen o ki böylesi bir eğitim müfredatı ile bırakın gerçek bilime ulaşmayı, ayakta kalmamız bile güçleşecektir. Yorumu sizlere bırakıyorum ve size çoktan seçmeli küçük bir soru: 

2017 Türkiye’sinde eğitim ne için yapılacak? 

A) Üretim için
B) Bilim için
C) Sanat için
D) İman için 
E) Spor için

Doğru seçenek sırıtıyor sanırım…

Arzu KÖK

10 Eylül 2017 Pazar

Yıkın Odtü’yü!... - Arzu KÖK

Yıkın Odtü’yü!...

Önce Binali Yıldırım, öğrencilik yıllarında “yoldan çıkarım” korkusuyla Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih etmediğini açıkladı…

 Daha sonra Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Yusuf Kaplan, yeni cumhurbaşkanına önerdiği yirmi maddeden on dokuzuncusunda, “Başka kültürlerin gönüllü acentalığını yapan Boğaziçi, Bilkent ve ODTÜ'nün yıkılması” gerektiğini yazdı. 

Sonrasında ise Yeni Akit gazetesi yazarlarından Merve Kavakçı, “Müslüman kimliği nedeniyle Boğaziçi’ne layık görülmeyen Davutoğlu'nun başbakan olmasını hakkın tecellisi” olarak yorumladı.  

Peki ne diye oluyor tüm bunlar? Muhafazakârların bu okullarla alıp veremediği nedir? Ayasofya misali her fırsatta karşımıza çıkarılmasının anlamı nedir?

Aslında bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne karşı her fırsatta ortalığa saçılıveren inciler, okulun kurulduğu 1863 yılına kadar geriye gidiyor. Bundan en az yüzyıl önce, Abdülhamid döneminde de en mükemmel hallerini alıp bir siyasi ideolojiyle bütünleşiyor ve o günden beri de, yazılıdan ziyade sözlü kültürde yaşayan toplumlarda olduğu gibi neredeyse hiç değişmeden tekrarlanıyor. Sanki aynı koşullar bugün tamamıyla geçerliymiş, misyonerler üzerimize atlayıvermek için fırsat kolluyorlarmış gibi.


ODTÜ zaten ‘solcu yuvası’. Peki ya memlekete lisansüstü emek sömürüsünü tanıtan Bilkent hangi yabancı kültürün gönüllü acentalığını yapıyor? Bunu anlayamıyoruz. Üstelik beğenelim ya da beğenmeyelim ‘akademik kriterler’ meselesi var. Yayın çeteleri kurmuş ya da tıp ve ziraat fakültesi yayınlarıyla listeleri zorlayan kitlesel devlet üniversitelerini bir kenara koyarsak, indeksli yayın fetişizmini nasıl tatmin edecek Yeni Türkiye’nin üniversiteleri? Böyle giderse yakında ortalık, zengin Türkçesinin 500 kelimesi içerisinde tanımlayamadığı bir ses duyar duymaz sokakta birbirini boğazlamaya hazır duyarlı(!) gençlerle dolacak.

Üniversitelerin yıkılması konusundaki istekler gelmeden önce Melih Gökçek parsel parsel ODTÜ arazisini yok etme çalışmalarına başlamıştı bile.

Önce, "uygulama imar planı, yapı ruhsatı ve iskan belgesi bulunmadığı" gerekçesiyle ODTÜ'ye 2 milyon YTL'ye yakın ceza kesti. "

Sonra Malazgirt Bulvarı adı verilen yok için bir gece yarısı ansızın girilip binlerce ağaç katledildi ve tüm tepkilere rağmen bu yol yapıldı. 

Şimdi ise Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in “Bu yolu ya yapacağız ya yapacağız” diyerek ısrar ettiği ODTÜ arazisinden geçecek yeni yol ve yollar için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından koruma imar planlarını sümen altı edildi.

ODTÜ arazisinden geçmesi planlanan diğer yol projesi ise ‘Batı Bölgesi Yolu’ planı. Yapılması planlanan Şehir Hastanesi ile birlikte gündeme gelen ve ODTÜ’nün batı arazisinde planlanan proje 22 Haziran’da Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Tabiat Varlıklarını Koruma Şubesi tarafından askıya çıkartıldı. Üniversitenin itirazlarına rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Genel Müdürlüğü bu görüşleri dikkate almayarak plan değişikliği yapıp askıya çıkarttı. Plana göre ODTÜ arazisinden 4800 metre uzunluğunda ve 50 metre genişliğinde yol geçecek. Plana göre ODTÜ arazisinin yaklaşık 35 hektarlık bir bölümü kullanılacak. Bu durumda ise ODTÜ kurulduğundan bu yana talan edilen arazi miktarı 100 hektarı geçmiş olacak.

Birdenbire ODTÜ’yü yok etmek olmazdı değil mi? Önce arazileri sıfırlanacak, yıllar öncesinde öğrencileri tarafından dikilen binlerce ağaç katledilecek, sonra sıra ona da gelir diye düşünüyorlar sanırım. 

Yıkın ODTÜ' yü Melih Bey yıkın. Bu üniversite dünya çapında gurur kaynağımız da olsa yıkın!… ODTÜ'nün tek suçu yarım asırdır Başkent'in dünya çapındaki övünç kaynaklarımızdan birisi olması... Bu da çok geldi sanırım birilerine…

Arzu KÖK

6 Eylül 2017 Çarşamba

Çocuk İstismarına Susma!... - Arzu KÖK

Çocuk İstismarına Susma!... 

Şu anda yaşadıklarımızı çok çok ileride bir varmış, bir yokmuş diye mi anlatacağız?  Peki hangi dilde olursa olsun gerçeğin ta kendisi olan hikâyelerin insana ne kadar acı verir bilir misiniz?


Hepimiz yaralıyız şu günlerde ve hepimiz travmalarımızı sağaltamadan, yaşamanın değil de insanca yaşayabilmenin koşullarını oluşturamamanın delice, sinir bozucu hallerini yatıştırmak için uğraşıyoruz. Bunun yanında da memleketin hali, pûr melali ortada. Gençliğimden bu yana değişen bir durum yok. Aynı baskılar, aynı berbat, nefes alınamayan bir hava; genzimizi, bilincimizi tıkayıp duruyor. Düşünceye engel yok. Evet düşünebiliyoruz. Sorun bu düşünceyi açıklayabilmekte!

Kat kat giydirmek yerine dilin ve gerçeğin giysisini sıyırmaya aklım yetiyor ama kalbim yetmiyor: Kaç vakittir unutmuşum gerçeği soyup, hakikati ve sokakları giyinmeyi...

Kanat kırıp bir çocuğun ölüsü başında günlerce öten kuşun aklından geçen gibi: Dil ile gönül dergâhı boş insanlar, kelimelerle ne yapacağını bilemiyor ancak devlet hırkasıyla yaşamayı biliyor.

Gün geçmiyor ki çocuk istismarı ile ilgili bir haber duymayalım. Türkiye’de çocuk istismarı konusunda yapılan araştırmalarda, yüzde 78 gibi yüksek bir oran ile duygusal istismarın ilk sırada olduğu görülmektedir. Fiziksel istismar yüzde 24 ve cinsel istismar yüzde 9 oranındadır. 1980- 1982 yılları arasında sekiz ilde yapılan bir diğer araştırmada, istismara uğrama oranı yüzde 33, tokat atma, kulak ve saç çekme oranı yüzde 25, sopa ile dövme oranı yüzde 14 olarak bulunmuştur. Eğitimsiz ailelerin yüzde 40’ı çocuklarını istismar ederken, eğitim düzeyi yüksek ailelerde bu oran yüzde 17’dir. Bir diğer araştırmada, 7- 14 yaş grubundaki çocukların yaklaşık yüzde 40’ı anne ve/veya babaları tarafından dayak yediklerini belirtmişlerdir.


Bazı çocuklar yetişkinlerin cinsel saldırılarına hedef olurken; kimileri de küçük yaşta ağır, uygunsuz işlerde çalıştırılmakta ve büyük sorumluluklar üstlenmektedir. 

Çocuğun çalıştırılması, çocuk işgücünün istismarı, sokakta yaşayan ve sokakta çalışan çocukların sorunları, günümüzde birçok toplumda karşılaşılan ve çözüm bekleyen sorunlar olarak çıkmaktadır karşımıza. Türkiye’de pek çok çocuk ve genç, ya ailelerinin geçimine katkıda bulunmak ya da kendilerini geçindirmek amacıyla erken yaşta çalışmaya atılmakta ve türlü istismar ve ihmal biçimleriyle karşılaşmaktadır. Özürlü çocukların büyük bir çoğunluğuna ise gelişmelerini sürdürebilmeleri için gerekli olanaklar sağlanmamaktadır.  

Özellikle büyük kentlerde zamanlarının büyük bir bölümünü sokakta çalışarak geçiren çocukların da giderek arttığı dikkat çekmektedir. Bu çocukların büyük bir bölümü ailelerine katkı sağlamak için sokakta çalışırken bir kısmı ise aile desteğinden bütünüyle uzak, başıboş dolaşan çocuklardan, evden kaçan ya da evden atılan çocuklardan oluşmaktadır. Bu son gruptaki çocuklar da sokakta çeşitli işler yapmakta, ekmek parası kazanmak için türlü mücadeleler vermektedir. İstismar ve ihmal konusunda yapılan çalışmalar incelendiğinde, genellikle sağlık alanında, ruhsal hastalıkların belirlenmesine yönelik yapıldıkları görülmektedir. Oysa çocukların kötüye kullanımı bir halk sağlığı sorunudur ve bireylerin sosyal yaşamlarında olumsuzluklara neden olmaktadır. Gerek kayıtların, gerekse akademik çalışmaların yetersizliği ülkemiz için sağlıklı veriler oluşturulmasını zorlaştırmaktadır. 

 Çocukların dilendirilmesinin artık fazlasıyla yaygınlaşmasıyla birlikte, çocuklara su ve mendil sattırarak insanların acıma duygularına hitap edilmektedir. Ancak insanların o çocuklara yardım ettiği düşüncesiyle para vermesi, durumun tekrarlanmasına olanak sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bu yollarla para kazanabilen çocuklar, daha fazla dinlendirilip, daha çok istismar edilirler. Bizler bu konuda bilinçlenmeli ve bu çocuklara para kazandırarak bu istismarı meşrulaştırmamalıyız.

Bir başka önemli konu da ülkemizde fiziksel cezanın disiplin yöntemi olarak yaygın bir kullanımı olduğudur. Oysa okulda ve evde disiplini sağlamak için şiddet dışı seçenekler bulunmaktadır. Fiziksel ceza yaklaşımından uzaklaşmak için öğretmenler çocuk istismarı konusunda gerek mezuniyet öncesi gerek hizmet içi eğitimlerde bilgilendirilmeli, istismara uğramış çocukları fark etme konusunda beceri kazandırılmalıdır.

Türkiye’de son yıllarda çocuk istismarındaki artış, artışın nedenleri ve istismarların önüne nasıl geçilebileceği üzerine ciddi araştırmalar yapılması gerekmektedir. Türkiye’de cinsel istismar ve ensest sorunu ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlı seviyededir. Dünya çapında yapılan çalışmalara göre çok çok yetersizdir. Eğitim, bilinçlenmek ve bilinçlendirmek için çalışma yürütülmesi ve sağlanması gereken koşullardır. Bu noktada toplumsal cinsiyet eğitimi, çocuğun vücut dilini ve psikolojisini anlayabilme uğraşı, medya okuryazarlığı dersi, toplumsal yeniden inşanın mümkün olduğu gerçeği ve uğraşı kökten çözüm için büyük kazanımları beraberinde getirecektir.

Çocuk yetiştirirken sergilenen tutumlar, gündelik hayatın içinde kulağımıza çok olağan gelen, aslında kanayan yaraların tuzu olan söylemler, tehlikeli ama çok alışılmış taciz, tecavüz üzerinden yürütülen mizah anlayışı… Daha ileriye gidersek çocukların ebeveynin “malı”, “namusu”, “yüz akı” ya da “yüz karası”  olduğu düşüncesi, toplum koşullarında pozitif ayrımcılığın öneminin kavranamayışı ve hatta pozitif ayrımcılığın çok yanlış anlaşılması… Ve daha pek çok şey… 

Her gün bilmediğimiz yüzlerce istismar vakası yaşanıyor. Bilmiyoruz çoğunu. Bildiklerimiz mi?

Örneğin;

Geçen yıl Sur’da polis tarafından istismar edilen çocuğun durumu nasıl? 

Mamak’ta tecavüze uğrayıp parka atılan çocuğa tecavüz eden erkek nerede?

Bir cemaat yurdunda tacize uğrayan çocuklar ne halde? 

Aile içinde babasının istismarına uğrayan kaç çocuk annesinin sessizliğinde boğuluyor? 

En yakınları tarafından cinsel istismara uğrayan kaç çocuk “Madem öyle, bu zamana kadar neden sustun?” diye sorgulanıyor?

Türkiye’nin bu mevcut duruma artık “dur” deme vakti gelmedi mi?

Birleşmiş Milletler, 20 Kasım 1989’da Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi kabul etmiştir. Bu sözleşme Amerika Birleşik Devletleri ve Somali dışındaki devletleri bağlayıcı uluslararası yasal bir belge niteliği taşımaktadır. Bu nedenledir ki Türkiye’yi de bağlar.
Sözleşmenin maddelerinden dördü şöyledir:

Madde 2: Sözleşmenin güvence altına aldığı bütün hakların herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bütün çocukları kapsaması gerekir.
Madde 3: Çocuklarla ilgili her türlü faaliyette çocuğun yüksek yararı temel düşünce olmalıdır.
Madde 6: Her çocuğun yaşama, hayatta kalma ve gelişme hakkı vardır.
Madde 12: Kendini ilgilendiren her konuda çocuğun görüşünün dinlenmesi ve dikkate alınması gerekir.

Şimdi ülkemizi düşünün ve bir bakın acaba bu maddeler uygulanıyor mu? 

Keşke kanayan yaralara tuz olmak zorunda kalmasak…

Ancak unutulmamalıdır ki çocuklar haklarını savunabilecek, ses çıkarabilecek güce sahip değillerdir. Onlar bizlerin geleceğidir ve onların yerine bizlerin artık ses çıkarma zamanı gelmedi mi? 


Arzu KÖK